Kordonun serin rüzgarını ensesinde hissetmeye başladığında sanki oraya ışınlanmış gibi beyni açılmıştı. Son iki saatte verdiği kararların hiçbirinden sorumlu tutulamazdı. Çünkü etrafta olan bitene sadece tanık olmuştu. Neden otobüse bindiler? Neden Konak’tan Alsancak’a kadar yürüdüler? Çimlerde otururken ne konuştular? Bu soruların hiçbirine bir cevap bulamıyordu. Dönüp arkasından gelen Hasan’a baktı. Hasan, kapüşonuyla başını örtmüş yıldızları izleyerek yürüyordu.
Hasan’ın ne yaptığına dair merakını giderdikten sonra yüzünü tekrar yürüdüğü yöne çevirdi. Biraz ileride küçük bir topluluğun hareketliliğini gördü. Gördüğü manzaraya anlam vermesiyle birlikte gitardan dökülen notaları duymaya başladı. Müzikle birlikte kaldırımdaki çizgileri bir bir aşarak Cumhuriyet Meydanı’na kadar yürüdü. Hasan kollarını göğe doğru açarak “Atam be! Nasıl da heybetli.” diye bağırdı. Sonra kolunu Dilek’in omzuna attı. Hasan’ın başını okşayıp deniz kenarına koştu. Suyun hemen kenarında yürürken Hasan bir soru fırlattı: “Biz neden buraya geldik ya?”
- Ezgi sıkıldığı ve dışarı çıkmak istediğini söyledi. Hatırlamıyor musun?
- Yok ya ben kaçırmışım o kısımları hep. Onlar nerede?
- Geliyorlar. Arkamızdan yürüyorlardı en son. Ama senin adımlarına yetişmek mümkün değil ki.
Konudan nasıl bu kadar koptuğunu anlamak imkansızdı. Kararları Ezgi’ye bırakmaması gerekirdi. Akşamı evde oturarak geçirmeyi planlamışlardı. O sırada dışarıda olabilecek her şeyin sorumluluğunu omuzlarında hissetti. Anaç içgüdüsüyle hemen herkesi toplamaya başladı. Hasan’ın koluna girip, Ezgi’yi aradı. “Neredesiniz?”
- Biz sizi görüyoruz. Bekleyin, geliyoruz.
- Tamam, çabuk gelin.
- Ok, bye.
Rahat bir nefes alıp Karşıyaka manzarasını seyretmek üzere yüzünü denize döndü. Şimdi tekrar rüzgarın esintisini ensesinde hissetti. Herkes bir arada olursa hızlı bir şekilde eve dönebileceklerdi. Birkaç dakika öncesine kıyas şimdi daha sakindi. Ezgi ve Serhat’ın nerede kaldığı düşüncesinin zihnini ele geçirmesi çok kısa sürdü. Merakla yüzünü caddeye döndü. Ezgi çimlerin üzerinde yürürken kendisine el sallıyordu. Hemen arkasından da Serhat yürüyordu. Dilek de gülümseyerek el salladı. O sırada ağacın altında oturanlardan biri ayağa kalktı ve yüksek sesle Serhat’a doğru bağırdı.
“Bir sorun mu var birader?!”
İşte Dilek’in beyninin canlandırabileceği felaket senaryolarından birinin fitili ateşlenmişti. Serhat, nazik bir şekilde adamla herhangi bir sorunu olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Dilek yerinde duramadı. Aralarında ne olduğunu anlamak için hızlı adımlarla arkadaşlarının yanına gitti.
- Sorun yok diyorsun, yanındaki hatuna bizi kötülüyorsun. Bir sorun var ki bizi muhatap alıyorsun.
- Kardeşim bir sorun yok diyorum işte! Sorun çıkması için mi uğraşıyorsun?
Dilek, olay mahaline turnike adımlarıyla girdiğinde iki ataerkil erkek bir an duraksadı. Ne olduğunu anlamak için Dilek’e baktılar.
Dilek: Arkadaşlar! Herkes sakin olsun. Burada kimse kimseye zarar vermek istemiyor. Biz de şimdi gidiyorduk.
“Haydi arkadaşlar gidelim” derken Ezgi’ni kolanı girmişti bile. Yavaş adımlarla ilerlerken Hasan’ı da bakışıyla harekete geçirdi. Serhat da sürüye katılmak için harekete başladığında bela olmaya yemin etmiş adam Serhat’ın ataerkil damarına basarcasına saldırılarına başladı. “Korkak pezevenk. Kadınların arkasına sığınıp, siktir olur gidersin böyle.” Dilek için durum kontrolden çıkmak üzereydi. Bir yandan kendi duygularını da bastırmaya çalışıyor ve adama haddini bildirmek isteğini yoksayıyor; öte yandan tehlikeden uzak durması gerektiğini biliyordu. Serhat’a baktığında gözü dönmüş bir kedi gördü. Çünkü her ne kadar ataerkil dürtüleri olsa da fazlasıyla nazik bir insandı. Dilek çocukluk arkadaşını tanıyordu. Adamla kavga etmek istemiyordu. Ama toplumda ezilmeme konusunda takıntılı olduğu için her yerde herkesle sözlü tartışmalara giriyordu.
Burası orası değildi. Adamlar tehlikeli görünüyordu ve kendileri daha organize olabilecek kadar bile iletişim kuramıyorlardı. Serhat sert görünümünü bozmadan sivri-zeka bir cümle arıyordu. Hasan’ın Serhat’ı sakinleştirmek için kolundan yakalamasıyla birlikte ortam şenlendi. Adamın arkadaşlarından biri Hasan’ın yakasına yapıştı. Serhat da diğer arkadaşla boğuşmaya başladı. Muharebe henüz başlamıştı ki iki tane yunus dövüşü akıl almaz derecede kolay bir şekilde ayırdı. Nereden geldikleri belli olmayan bu polis memurları tam zamanında olaya müdahale etmişlerdi. Dilekle Ezgi ağızları açık bir şekilde polislerin uyguladığı müdahaleyi izliyorlardı. O sırada bela adam polise sesini yükseltti: “Amirim napıyorsunuz yahu!”
- Bırakalım da birbirinizi mi öldürün. Onu mu istiyorsun?
- Biz kendi aramızda anlaşmanın yolunu bulurduk, amirim.
- Yürüyün ifadeye gideceksiniz.
- Nedenmiş o? Ne suç işledik ki biz? Bizi karakola götürüyorsunuz.
- (Serhat’a döndü) Siz bu adamlardan şikayetçi misiniz?
- Evet, şikayetçiyiz amirim.
Serhat için bu gurur dolu bir andı. Toplum içinde verdiği mücadelenin karşılığını alma fırsatını yakalamıştı. Bu fırsatı değerlendirmek için bir an bile düşünmemişti. Bu kesin karar ortalığın tekrar karışmasına sebep oldu.
- Amirim, siz de hep bizi suçlamak için sebep arıyorsun. Biz ne yaptık Allah aşkına? Toplum içinde saygı ve hoşgörü ortamının sağlandığına emin olmaya çalışıyoruz. Bizim asıl amacımız sizlere yardımcı olmak. Bakın bizler uyarmasak, bu insanlar burada sevişirler yemin ediyorum.
- Ne diyon lan sen puşt?! Düzgün konuş!
- Susun lan hepinizi karakola götürüyorum! (Uyarısıyla ortamdaki hakimiyetine kesin bir kanı getirdikten sonra telsizine seslenerek yardım istedi.)
Bu sırada polislerin kas gücünün yeterli olmadığını fark eden bela adam koşarak uzaklaşmayı denedi. Ne kadar uzun kolu olduğunu yaptığı hamleyle kanıtlayan polis memuru, bela adamı yakasından yakaladı. Bela adam, kaçmak için boğuşmaya başlayınca diğer iki arkadaş da kaçmaya çalıştılar. Serhat, yine işgüzarlık yapıp adamlardan birinin üzerine atladı. Dilek olanların gerçekliğini sorgularken Ezgi’nin ne halde olduğunu anlamak için ona baktı. Ezgi, elleriyle yüzünü sıkıştırır vaziyette olayları soluksuz izliyordu. Artık bir şey yapması gerektiğine kendini inandıran Dilek bu sefer de futbolcu yeteneklerini kullanıp, yerde Serhatla boğuşan arkadaşın karnına bir tekne yapıştırdı. Yediği tekmeyle birlikte yere yuvarlanan adam inlemeye başladı. Yerden doğrulurken belinden çakısını çıkardı. Sanki olaya yaptığı her müdahale onları felakete sürüklüyormuş gibiydi. “Bıçaaaaak!” çığlığıyla amacı polislerin dikkatini çekmekti. İşe yaramıştı da. İki polis de hemen bıçaklı adamla ilgilenmeye başladılar. O sırada kimse ölmek istemediği için polisler ortamı sakinleştirmeyi denedi.
- Herkes sakin olsun. Burada kimseye zarar gelmeyecek. Bakın, sizi sadece karakola götüreceğiz ve ifadelerinizi alacağız. Bunda herhangi bir sorun yok.
Bu konuşma onlara gerekli zamanı kazandırmıştı. Polis sirenlerinin sesi geldiğinde, bela adam yeni bir hamleyle ekibini harekete geçirdi. Var güçleriyle kaçmaya başlayan suçlulardan birisi o karambolde bıçağı polislerden birine saplamıştı. Ellerinin arasından olayı dehşetle izleyen Ezgi, seyrine çığlıklarını da dahil etti. Dilek, kaçmaya çalışan suçluları boşverdi ve Serhatla Hasan’ı tuttu. Polislerden sağlıklı olanı adamları kovalıyordu. Sakin kalıp doğru karar verme sorumluluğu yine Dilek’in üzerindeydi. Hemen 112’yi aradı ve bulundukları bölgeye bir ambulans çağırdı. Polis, heybetli vücudunun hakkını veriyordu. Darbe almıştı ama metanetliydi. Bıçak hala karnında duruyordu. Hasan’a t-shirt’ünü çıkarmasını söyledi. Hasan isteksizce çıkardı t-shirt’ünü. Kanamayı yavaşlatmak için tampon yapma görevini Hasan’a bırakmıştı. Ezgi’nin ağlaması bir türlü durmuyordu. “Neler oluyor ya? Nasıl bu olay buralarda geldi? Bir polis memuru bıçaklandı burada ya. Bu normal bir şey mi?”
Sorduğu sorularda o kadar haklıydı ki, Dilek de aynı cevaplara sahip olmayı diledi.
Neyse ki ambulansın gelmesi uzun sürmedi. Serhat’ın şövalye ruhu yine ortaya çıktı. Polis beyi yalnız gönderemeyiz dedi. Önceliği birlikte olmak olan ekip hep birlikte polise refakatçı oldu.
Hastanede geçirdikleri 2 saatlik süre içinde sadece bir polis memuru yanlarına gidip olay sırasında olanlara tanık olup olmadıklarını sordu. Cevapları evet olunca, beklemeye devam etmeleri söylendi. 2 saatin sonunda polis memuru ameliyattan çıktı. Durumu iyiydi. Doktor refakatçı olan ekibi bilgilendirdi. Halbuki buna artık gerek yoktu. Ama çocukların morale ihtiyacı olduğunu düşündü herhalde. Yarım saat sonra da hastane koridorlarında sayısı artan polislerinde arasında dönen dedikodulardan suçluların yakalandığını duydular. Sıradan vatandaşlar olarak bu kadar çok bilgiye kolayca ulaşabiliyor olmaları şahaneydi.
Ezgi içi rahatlamış bir şekilde Dilek’in yanındaki koltuğa bıraktı kendini. Dilek’in aklında son 3 saatte yaşadıkları dönüp duruyordu. Ezgi’nin kolunu yakaladı. “Hepsi benim suçum.”
- Ney senin suçun?
- Bu olanların hepsi. Adamların sizle kavgası, polis memurunun bıçaklanması, hepsi benim suçum.”
- Saçmalama (püfledi). Nasıl senin suçun?
- Başımıza bir şey geleceği tribine girince seni aradım. Acele etmenizi ben söyledim. Siz de aradan direkt bize geliyordunuz. Halbuki acele etmeseniz ileriden dönerdiniz. O adamlara bulaşmamanız gerektiğini biraz baksanız anlardınız. Sonra da olanlar oldu.
- Bak bunlar senin suçun değil. O hayvanların suçu. Kendini bundan sorumlu tutma. Çok kasma bu arada. Biraz sal kendini.
- Peki tekmelediğim adamın bıçak çıkarıp polisi yaramalasına ne diyorsun?
- Sen tekmelemesen de bir noktada o adam bıçağını çıkaracaktı kuzum. Neden bir katilin sorumluluğunu kendi omuzlarında hissediyorsun? Asıl suç bende o zaman. Ben dışarı çıkmak istedim ve Kordon’da yürüyüş yapalım dedim. Ama bir katilin verdiği karardan da kendimi sorumlu hissetmem.
- Sen karar verebilecek durumda değildin zaten. Ona da izin vermemeliydim (tıslayarak gülümsedi)
- Evet, ya kafam yeni açılıyor.
- Benim de… En azından kimse ölmedi. Bakalım adamlara ne olacak.
- Ben çok umutlu değilim. Haydi gel şu ifade meselesini çözelim de evimize gidelim. Bizden test falan istemezler umarım.
- Yok ya herkes kendi derdine düşmüş durumda. Bizimle ilgilenen olmaz. Hikayeyi bizim tarafımızdan dinleyip gönderirler herhalde.