Çayından bir yudum daha aldıktan sonra bardağına düşünceli gözlerle bakmaya başladı. Hayalini kurduğu hayatı yaşıyormuş gibi görünürken, aslında hayallerinden ne kadar da uzak olduğunun farkında olan tek kişi kendisiydi muhtemelen. Babası ona Umut ismini verirken, Türk halkına umut olsun diye o ismi seçmişti. Ama Umut, halkın elinden tutup yardımcı olmak yerine tam tersini yapıyordu.

Ne ara böylesine işe yaramaz biri olmuştu? Siyasete ilk atıldığı zamanlarda enerjik ve adı gibi umut doluydu. Ülkesinin zenginleşeceği ve halkın refah içinde yaşayacağı günlerin hayalini kurardı. Bu başarının arkasında hep kendi ismine de yer verirdi. Bakışlarını bardağından televizyona doğru çevirirken o günlerin üzerinden ne kadar uzun zaman geçtiğini fark etti.

Bir ülkenin milletvekilinin kendisini işe yaramaz olarak görmesi olağan dışı bir durumdu. Mecliste alınan tüm kararlarda hak sahibiydi aslında. Belki normal şartlarda işleyen bir mecliste milletvekili olsaydı o zaman bir şeyleri değiştirebilme gücü olurdu. Ama bugünün meclisinde tüm parti üyeleri parti yönetimi ne isterse onu oyluyorlardı. Farklı bir şekilde hareket edilmesi düşünülemezdi bile. Yıllardır böyle bir olay yaşanmamıştı. Kaldı ki birisi partinin istediğinde farklı bir oy verse, hemen vatan haini olarak ilan edilir ve partiden atılırdı.

Aslında bu şartlarda milletvekili olmak çok kolaydı. Kendisine ne söylenirse onu yapıyordu, hiçbir konunun sorumluluğunu omuzlarında hissetmiyordu. İktidar partisinin milletvekili olduğu ilk zamanlarda oyladığı konulardan dolayı vicdan azabı çeker, akşamları gözüne uyku girmezdi. Zaman içinde o oyları vermeye alıştı. Hatta kendisinin sadece sıradan bir isim olduğunu, yerinde kim olsa yine her şeyin aynı olacağını kabullendi. Bu şekilde vicdanını o kadar rahatlattı ki, doğayı katlettiğini bildiği kanunları bile partisiyle birlikte oyluyor, bu oylamalar sırasında en ufak bir rahatsızlık hissetmiyordu.

Umut belki de kendine bir konfor alanı yaratmıştı ve bu alanı terk etmek imkansız hala gelmişti yıllar içinde. Çok iyi maaş alıyordu, ülkedeki insanların %90’ından daha lüks bir hayatı vardı, unvanı sayesinde ülkenin her yerinde kapılar ona açılıyordu. Çocukları özeller okullarda okuyor, ailesiyle dilediği gibi tatil yapabiliyor, hayatta yaşamak istediği ne varsa onu yaşıyordu. Bireysel olarak daha iyisini hayal bile edemezdi. Bu nedenle bu lüks yaşamı tehlikeye atacak en ufak bir hataya bile yer yoktu hayatında.

“İzlemiyorsan değiştireyim mi?” Eşinin sesiyle dalmış gözleri televizyona odaklandı. Zaten haberlerde neler çıkacağını önceden biliyordu, izlemek için bir sebebi yoktu. “Değiştirebilirsin.” dedi kısaca. Kendini yorgun hissediyordu. Bedeninden çok düşünceleri yorulmuştu. Vicdanı yıllardır olmadığı kadar büyük bir baskı yapıyordu beyninin hücrelerine. Ülkenin nasıl da değiştiğini düşünüyor, doğanın nasıl katlediğini düşünüyor, ne kadar çok insanın fakirleştiğini düşünüyordu. Uzun zamandır hatırında olmayan baş ağrılarıyla mücadele etmek zorunda kalıyordu. Duygularının üzerinde tozlar bir günde etrafa saçılıp bedenini sarsmaya başlamıştı.

“Keşke o gün meclise gitmeseydim de şahit olmasaydım olanlara.” dişlerini öyle bir sıkmıştı ki gıcırdama sesi kendini bile rahatsız etmişti. -Ama Fatma Hanım farkında değildi anlaşılan.- Kendi arkadaşlarından birinin vicdanları zorlayan tepkisi ne kadar da ileri gittiklerinin kanıtı gibiydi sanki.

“O zaman aç değiller.”

Günlerdir her boş kaldığında kulaklarında çınlıyordu bu cümle. Kendileri lüks içinde yaşarken yaşam savaşı veren insanlar hakkında böylesine duygusuz bir cümle kurabiliyor olmak gelebilecekleri son nokta olmalıydı. Milletin vekili unvanını taşıyan insanların bu şekilde cümleler kurması, Umut’un bile öldüğünü sandığı duyguların vicdan şokuyla tekrar ortaya çıkmasına sebep olmuştu. O insanları açlığa ve sefalete mahkum bıraktıkları yetmiyormuş gibi bir de o insanlara tepeden bakarak konuşuyorlardı. İlk millet vekili olduğu zamanlarda “Biz bu halka hizmet etmek için tüm enerjimizle çalışacağız.” sözünü veren Umut bugünlere geleceğini bilse hemen o anda bu işi bırakırdı muhtemelen.

Geri dönülemez bir yerde olduğunu bilmek varoluşunu anlamsızlaştırıyordu. Attığı adımın, yediği yemeğin, konuştuğunu sözlerin önemini kaybettiriyordu. Bu dünyaya gelen hiçbir varlık böyle bir kaderi yaşamamalıydı. Kim hayatını bir piyon olmak için inşa ederdi ki!

“Baba, yarın yazlığa gidelim mi? Çok sıkıldım sürekli evde oturmaktan. En azından orada dışarı çıkıp gezebilirim.” Oğlunun yazlığa gitme isteği, Umut’un varoluşsal sancılarına bir ilaç gibi gelmişti. En azından ailesi için çok güzel olanaklar sunabilen bir erkek olması cesaretlendirmişti onu. “Gidelim oğlum. Çantanı hazırla sen.” oğlunun sevincini görmek içini ferahlatmıştı. Hem kendisi için de bu ortamdan biraz uzaklaşmak iyi olabilirdi. Döndüğünde de gündem değişmiş olurdu.

Artık soğumuş olan çayından son bir yudum alarak bitiriverdi çayını. Her zamanki enerjik haliyle ayağa kalkıp o da kendi valizini hazırlamaya odasına doğru hareket ederken hala kendini işe yarabilir bir insan olduğuna ikna etmeye çalışıyordu.