Henüz ayrılık çok tazeydi. Mira’nın zihni özgürlüğe doğru kucak açmaya çoktan hazırdı. Ama kalbi de bir o kadar kırgındı. Özgürlüğü tüm bedeninde coşkuyla hissederken, kalbindeki kırgınlığa anlam vermekte zorluk çekiyordu. İçgüdüleri yüksek sesle kulaklarını çınlatıyordu: “Artık istediğin kişi olabilirsin! Sana kim olacağını söyleyen kişileri yok sayabilirsin. Neyi bekliyorsun? Kendini yeni hayatının tecrübelerine bırak!”
Kendi iç muhasebesini yaptığında içgüdülerini dinlediğinin farkındaydı. Hayatın ona sunduğu tecrübelerin peşinden gidiyor, gerçekten yaşıyormuş gibi hissediyordu. Sonra o durgunluk anları gelip çatıyordu. Nereden geldiği belli olmayan, çoktan geride bırakmaya başladığı hayattan anlık yansımalar…
Bu kısa otobüs yolculuğu geçmişin anılarını ziyaret etmesine yetmişti. Uzun ilişkilerin sorunu, çokça anının fiziksel dünyaya saçılmış olmasıydı. Eve dönüş yolunda gördüğü Barış Manço heykeli, Fırat’la birlikte yaptıkları cosplay’i hatırlamasına sebep olmuştu. Hayatına aldığı kadınla o kadar güzel vakit geçiren bir erkek neden başka kadınlarda fiziksel tatmini arardı ki?
“Erkeklerin doyumsuzluğu işte. Hep daha fazlasını arıyorlar.” Bu cümleyi kurmasının sebebi aşk mıydı yoksa ego mu? Galiba bunu tam olarak bilmenin yolu yoktu. Sorgulamadan yaşamına devam etmek en mantıklısı olsa da insan bilincine her zaman hükmedemiyordu. Hele birlikte geçen o kadar uzun zamanın ardından her şeyi bir anda silip atmak mümkün değildi.
Dünyanın hiçbir yerinde uzun ilişkiler dostça bitmiyordu. Onlarınki de farklı değildi. Aldatılmış bir kadın olarak ilişkiyi bitirip yoluna devam etmek isteyen elbette Mira olmuştu. Bu süreçte Fırat’tan gelen açıklama ise diğer tüm erkeklerle aynı olmuştu. “İkinizi de sevmekten kendimi alamadım.” Bari bahane olarak üzerine biraz daha düşünebilirdi aşağılık herif! Ama toksik olan bu bile değildi. Mira hem kendisine hem de Fırat’a hayatlarının en güzel üç yılını hediye ettikten sonra uçkuruna sahip olamayan adamdan bir kadına söylenebilecek en ağır kelimeleri işitmesi tam anlamıyla haksızlıktı.
Asıl haksızlığın mimarı ise Türk toplumuydu. Bir erkeğe ne kadar kötü sözler söylerseniz söyleyin, hiç umurunda olmadan hayatına devam edebiliyordu. Belki de bunun sebebi tüm küfürlerin sanki kadınları aşağılarcasına ortaya çıkmış olmasıydı. Erkekler küfreder, kadınlara küfür yakışmaz. Erkek egemen toplumun ağırlığını yeterince üzerinde hissetmiyormuş gibi hayatına istediği gibi devam etmesini zorlaştırmak bir erkek için çok kolay olabiliyordu. Kadınlığına, özgürlüğüne ve karakterine yapılan saldırıların tek sebebi özlem olamazdı herhalde. Kıskançlık, sindirememe ve kadının hayatına devam ediyor olmasına karşı duyulan öfke Fırat’ın gönderdiği mesajları özetliyordu. Sanki bir kadın bu şekilde karar verme özgürlüğüne sahip değilmişçesine edilen kelimeleri kabullenemiyordu Mira. Hem de sevdiğini düşündüğü erkekten geliyordu bu sözler.
Bunların hepsinin farkında olmasına rağmen içindeki kırgınlığı yoksayamıyordu. Bu kırgınlığın sebebi tek başına Fırat olamazdı. O kadar değerli değildi artık. Kadın olmayı zorlaştıran her şeye karşı öfkeliydi. Dünyadan intikamını almak istiyordu. Ve listenin başında Fırat’ın olması sadece onun talihsizliğinden başka bir şey değildi. Mira için Fırat’ın acılar içinde sürünmesi, Fırat’ın hak ettiği adaletten başka bir şey olmayacaktı. O kendi yoluna bakacak ve yeni tecrübelere yelken açacaktı, her ne kadar her birinin harika anılar olmak zorunda olmadığını bilse de…
Telefon rehberine hızlıca göz gezdirmeye başladı. Yeni tanıştığı birine dışarıda bir şeyler içmeyi teklif ederken biraz tedirgin biraz da heyecanlıydı. “Bak yoluna devam ediyorsun ve Fırat da yaptığı her şeye pişman olacak.” diye söyledi kendine.
Güzel bir kadından bir şeyler içme teklifini alan tüm erkekler gibi yarım saat sonra karşısında oturuyordu iyi görünüşlü gizemli adam. Ama bir türlü düşüncelerini kemiren kelimeleri kafasından atamıyordu Mira. Fırat hakkında konuşmanın karşısındaki adama haksızlık olduğunu düşünse de bir noktada bunların konuşulacağını biliyordu. Açık sözlü ve dürüst bir insan olmanın kefaretiydi bu.
Geride bıraktığı ilişkiyi, Fırat’ın onu aldattığını ve sonrasında tüm pisliği sanki Mira yapmışçasına, kendisine yöneltilen hakaretleri anlatmayı bitirdiğinde karşısındaki adamın yüzünde anlamsız bir gülümseme vardı. “Sen bu şekilde üzülmeyi hak etmiyorsun ve o da bu şekilde konuşma hakkına sahip değil. Bana kalırsa gel Fırat’ı öldürelim.” dedi kahkaha atarken. Karşısındaki kişinin duruma bakış açısı Mira’nın keyfini yerine getirmişti. Bitmiş bir ilişkinin ardından saçma sapan espriler yaparak gülmek ona iyi hissettirmişti. “Evet ölmeyi hak ediyor.” Demekle yetindi ve bira şişesini tokuşturdu.
Gecenin sonunda evine gitmek istese de ikisi arasında kurulacak iletişimin nereye gideceğini merak ediyordu. Kendisinin eve bırakılması teklifini duyunca biraz şaşırdı ve ne hissetmesi gerektiğini tam olarak bilemedi. Yine de üzerine düşünemeyecek kadar alkol almıştı ve umursamak için bir nedeni yoktu. Evin önünde yanağına kondurulan nazik bir öpücükle birlikte şu cümlelerle geceye veda ettiler: “Sen mutlu olmayı hak eden birisin. Pişmanlıklardan uzak bir hayatın olsun. İyi geceler. Kendine dikkat et.”
Sabah uyandığında telefonunun şarjının bitmiş olması şanssızlık mıydı yoksa, kendini dünyadan soyutlama isteğinin bir sonucu mu belli değildi. Yüzünü yıkamak için odadan çıktığında, annesini telefonu kulağında sessizce tuttuğunu gördü. Hiçbir şey demiyordu, konuşmuyordu. Sadece telefon kulağında öylece duruyordu. Lavaboya gidip yüzünü yıkadı. Döndüğünde annesi hala aynı şekilde mutfakta oturuyordu. Sanki bir heykeli oraya koymuşlar gibi hareketsizdi. Bu görüntü Mira’yı tedirgin etti. Annesine yaklaşıp seslendi.
“Anne, kiminle konuşuyorsun?” Annesinden hiç ses çıkmadı. Daha da tedirgin bir şekilde annesine yaklaştı, omzuna dokundu. Annesinin korkuyla birlikte çığlığına Mira da katıldı. “Ne oluyor? Çok korkuttun beni anne!”
“Ffff- Fıraaaat.” Sesi titriyordu. Mira bir yandan ne olduğunu anlamaya çalışıyor, bir yandan da annesine ne olduğunu soracak enerjiyi kendinde bulamıyordu. Sadece annesinin cümle kurmasını beklemekten başka bir şey yapamadı. “Fırat, ölmüş.” O ana kadar yaşadığı şokun etkisiyle, vücudu donup kalmış olan annenin gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Kızının yaşayacağı yıkımı tahmin ederek hemen kollarıyla Mira’yı sardı. Mira, şaşkınlıkla birlikte, titreyerek ağlamaya başladı. Ama annesinin sandığı gibi üzgün olduğundan değil, korkudan dolayı ağlıyordu.
Birkaç dakika sonra kendini toparlayıp ne olduğunu, Fırat’ın nasıl öldüğünü sordu. Annesinin anlattığına göre, atölyede gece tek başına mesai yaparken, kolunu makinelerden birine kaptırmış ve sonra da kan kaybından ölmüştü. Mira dehşet içindeydi. Hemen telefonuna gitti, hala şarjı yoktu. Telefonu şarja takıp, açılmasını bekledi. Hayatının en uzun 30 saniyesiydi. Beklediği her saniye ömrü kısalıyordu.
Telefonu açıldığı anda gelen aramaları ve mesajları yoksayarak bir önceki gece buluştuğu adamı aradı. Telefonun diğer ucunda aradığı numaranın kullanılmadığını söyleyen telesekreter her şeyi çok net bir şekilde anlatıyordu. Fırat’ın ölmesinin sebebi kendisiydi. Bir anda tüm duygular bedeninden boşalıp gitmişti. Tekrar telefonunu kapattı, buzdolabına doğru gitti. Buzluktan önceki günden kalan dondurmayı aldı, televizyonun karşısına oturup, gözyaşlarını sildikten sonra çizgi film izlerken dondurmayı kaşıklamaya başladı.