Bundan sonra tüm kararlarını yazı-tura atarak verecekti. Kendi verdiği kararlarda zaten işler yolunda gitmiş olsa hayatı bu noktaya gelmezdi herhalde. Hayatını nasıl şekillendireceğine bir demir paranın iki yüzünden birinin karar vermesi büyük ihtimalle bir anda her şeyi mükemmel hale getirmeyecekti. Ama mükemmel bir hayat aradığı da yoktu, sadece o kararı verme sorumluluğundan ve stresinden kurtulmak belki bir nebze daha huzurlu olmasını sağlardı.
Düşündükçe bu fikir daha da mantıklı gelmişti. Denemek için cebindeki 50 kuruşu çıkardı. Parayı havaya atmadan önce etrafını süzdü. Dışarıdan mongol gibi görünüp görünmediğini istemsizce önemsiyordu. Kafası o kadar boştu ki karar verecek bir konu bulmakta epey zorlandı. Kendini zorlamadı. Ne de olsa amacı huzurlu olmaktı. Deneyecek fırsatı olacaktı elbette.
İşsiz bir yetişkin olarak, evindeki monotonluğa geri dönmeye fazla hevesli adımlarla yürüyordu. Hiçbir planı olmadığı halde eve gitmek neden bu kadar cazipti ki? Havanın kararmasına daha en az 2 saat vardı. Keşke yazı tura atmaya hastanedeki eniştesini ziyarete gitmeden önce başlasaydı. Şu an neden oraya gittiğini sorgulamadan edemiyordu. Hasta ziyaretlerinde ne söyleyeceğini hiçbir zaman bilemezdi. Zaten Türk insanının diline yerleşmiş bazı kalıpları bir türlü söyleyemezdi. “Allah acil şifalar versin” mi dese yoksa “Geçmiş olsun mu” dese. Hem geçmiş olsun demenin mantığı neydi ki? Hastalık geçti ve ondan dolayı mı söylüyor yoksa o kadar hızlı iyileş ki geçmiş olsun umuduyla mı söyleniyordu bu sözler?
Kapının önüne geldiğinde durdu ve saatine baktı. 17:21. İşte yazı tura atmak için bir fırsat doğmuştu. Eğer yazı gelirse; eve girip ayaklarını uzatacak ve kendisine bir gün bile bir katkısı olmadığını bildiği televizyonun karşısına oturacaktı. Zaten izlediği de yoktu ama arka planda ses ya da hareket olsun diye açık duruyordu işte. Tura gelirse dışarıda bir süre daha yürüyecek, hayatın kendisine sunduğu sürprizleri bekleyecekti.
Parayı havaya atarken acaba yakalayıp elinin tersine mi koymalı yoksa sadece tutup avucunun içinde mi bakmalı diye kararsız kaldı. Belki de yere bırakmalıydı. Sonuçta bu seçeneklerden herhangi biri kaderini belirleyecekti -bu kararı bile vermek zordu-. Para, yer çekiminin etkisiyle aşağı doğru düşmeye başladığında yakalamaya karar verdi. Avucunun içinde duran parayı elinin tersine koydu. Turaydı. Atatürk’ün kendisini süzen simgesiyle karşılaşınca bir anlığına kendinden utandı. Ulu önderin ülkeyi emanet ettiği gençlerden biri olmadığı kesindi.
Sokakların arasında yürürken kafası hala boştu. Parayı havaya atmak için bahane arıyordu kendine. Yol ayrımına geldiğinde yine bir fırsat doğmuştu. Sahile mi çıkacaktı yoksa merkeze doğru mu ilerleyecekti. Parayı havaya attı. Bu sefer yazı geldi, sahilde yürüyecekti.
İşler şimdiden yoluna girmiş gibi görünüyordu. Karar vermek daha kolaydı ve sonuçları sanki kendi sorumluğunda değil gibiydi. Bu sefer daha zorlu bir şey deneyecekti. Sahildeki dondurmacıda çalışan kızla her zaman tanışmak istemişti ama hiç cesaret bulamamıştı. Yazı gelirse tanışacak, tura gelirse önünde geçip devam edecekti. Yazı.
Galiba o kızla tanışmanın zamanı gelmişti. Bedenini bir heyecan dalgası sarmaya başladı. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Bir süredir kendisini bu kadar heyecanlandıran bir olay yaşamamıştı. Dondurmacıdaki kızla göz göze geldi. Siyah saçlarını düzleştirmişti. Gözlerinin güzelliğini vurgulamak istercesine göz kalemini kalın çekmişti. Dikkat etmemek mümkün değildi. Üzerindeki polo yaka t-shirt de vücudunun güzelliğini ortaya çıkarmak istercesine tam oturuyordu bedenine. Düzenli müşterisi olduğu için kız onu tanımıştı. Gülümsemesine karşılık veremedi. Yavaş adımlarla dondurma büfesine paralel adımlarla ilerliyordu.
Durmadı devam etti. Yapamadı, kızla konuşup kendini tanıtma gücünü kendinde bulamadı. Bu hayatta 30 yıl yaşamış biri için tanışmak ve sohbet etmek gibi insanların en olağan aksiyonlarından birini gerçekleştiremedi. Para da bir işe yaramamıştı. Hem kesin kız da onun garip hareketlerini fark etmişti. Kendisine sinirlenmişti. Ama hayata daha çok öfkeliydi. Eli ayağı titriyordu, bir şekilde suçu başkasına, hayata atmak istiyordu. Kendini bu kadar değersiz hissetmesinin bir sorumlusu olmalıydı.
“Sıçayım senin gibi paraya!” öfkesini paradan çıkarırken elindeki 50 kuruşu denize fırlattı. Suçlu olan paraydı. Eğer yazı gelmese kendisini bu kadar değersiz hissetmesine sebep olan bu olaylar yaşanmayacaktı.
Hastaneden dönerken attığı adımlara kıyasla çok daha hızlı adımlarla evine döndü. Kaybolan 50 kuruşuna üzülürken eve girdi. Kapıyı ittikten sonra kapanıp kapanmadığına bakmadan paketindeki son sigarayı dudaklarının arasına koyup yıllardır aynı yerde duran kırmızı renkli üçlü koltuğa kendini bıraktı. Sigarasını yaktı. yanında sabah evden çıkarken bıraktığı kumanda duruyordu. Herhangi bir tuşa bastı ve kafasını geri doğru yaslayarak tavanı izlemeye başladı. “Keşke 50 kuruşun üzerine cebindeki diğer bozukları da ekleyip dondurma alsaydım, en azından 50 saniye de olsa iletişim kurmak için bir nedenim olurdu.”