Bir süredir boşlukta süzülürcesine yürümesine rağmen hiç yorulmamıştı. Ne zamandır yürüdüğünü hatırlamıyordu da zaten. İçtiği otun yoğun etkisi kafasını toparlayıp zaman kavramını tam olarak anlayabilmesine engel oluyordu. Şu an bunu bilmesi için bir nedeni de yoktu. Kalbini parçalayan acı hala oradaydı ama bir türlü hayatı ciddiye alamıyordu Fırat.

Her şey o kadar saçmaydı ki kaldırımda birbiri ardı sıra ilerleyen ayaklarının bu düzeni nasıl sağladığına bile şaşırıyordu. Hayat nasıl da bir düzen içinde ilerliyordu ve insanlar da buna bir şekilde uyum sağlıyordu. Herkes koca bir döngünün içinde kendine düşen görevi bilinçsiz de olsa yapıveriyordu. Tüm bu düşüncelere şaşırırken, daha sonra onu bir kat daha şaşırtan yeni bir şey fark etti. Bir süredir çizgilere basmadan yürüyordu ve bunun için hiçbir çaba sarfetmiyordu.

“İlginç” diye düşündü. Belki bunu sesli bir şekilde de söylemiş olabilirdi ama etrafında onu anlayabilecek kimse yoktu nasıl olsa. Kafasını kaldırdığında nerede olduğuna dair bir fikir oluşturmaya çalıştı. Biraz daha dikkatli incelese belki nerede olduğunu anımsayabilirdi. En kötü ihtimal navigasyona bakıp dönüş yolunu bulurdu. Teknoloji insana kolaylıklar sağladığı gibi bazen tamamen kaybolabilme ayrıcalığını ortadan kaldırmıştı.

Navigasyona bakmak yerine geldiği yolun haritasını kafasında canlandırabilirdi aslında. Bunun imkanları zorladığını fark etmesi birkaç saniyeden uzun sürmedi. Tek hatırladığı, bir köprüden geçtiği andı. Sahi neden orada hiç durmamıştı? Çok güzel manzarası olduğunu tahmin edebiliyordu. Şu an bile olduğu yer insana huzur veriyor, kafasını boşaltmasını sağlıyordu. Ya da bu etkiyi yaratan o garip adamdan aldığı ottu. Normalde bilmediği insanlarla iletişime geçip böyle aksiyonlara girmezdi. Fakat bugün olaylar Fırat’ı buraya sürüklemişti.

Fırat için sorunlarından kaçmak pek de zor değildi. Çoğu zaman hayatın getirdiği dertlerden kaçmak için ya sarhoş olur ya da kafayı bulurdu. Bugünü diğerlerinden ayıran şey ise acının dışarıdan değil, kalbinin derinlerinden geliyor olmasıydı. Kendini bildi bileli hayatının bir parçası olan birine veda bile edemeden bu dünyadan göçtüğünü öğrenmişti. Sanki dışarıdan bir elin göğüs kafesini delip kalbinin bir kısmını söküp alışını izlemek gibi bir histi annesiyle yaptığı telefon konuşmasında babasının öldüğünü öğrenmek. Kafası hala çok güzeldi ama annesinin telefonda “Babanı kaybettik” dediği sözleri sürekli kulaklarında çınlıyordu.

Londra’nın inanılmaz manzarası bile moralini düzeltmeye yetmiyordu bu sefer. Hayat hep bir şeyleri elinden almakla meşguldü. Sırf bir can verdi diye ömrü boyunca insanlardan her şeyi yavaş yavaş alıyordu. En azından Türkiye’ye gidecek parası olsaydı, son bir kez babasıyla vedalaşsaydı. Ama o da yoktu. Ailesinin ona uçak bileti alabilecek parası olmadığı gibi bursunun yatmasına da daha 17 gün vardı. Babasının ölüm haberiyle birlikte sanki bir şeyler başarmak için uğraştığı bütün çabalar boşa gitmişti.

Gözlerinden yaşlar süzülürken derinlere gömdüğü acı tekrar bütün vücudunu sarmaya başlamıştı. Geri kalan otu da çarşafa döktükten sonra biçimsiz bir şekilde sardığı sigarasını yaktı. Çektiği nefesi boşluğa doğru üflerken bir daha bu acının hiç geri gelmemesini umuyordu.